30 Ocak 2012 Pazartesi

BİR FOTOĞRAF KARESİNDE ZENGİNLİK !

   

       Hani derler ya, “Bugün bir hüzün var üstümde” diye, hani sebepsiz yere dalıp gitmeler, zamansız hassasiyetler...İşte böyle bir durum, dün akşam çocukluk resimlerime bakarken geldi, ruh halimin en güzel köşesine oturdu birdenbire.


   O zamanların İzmir fuarında çekilmiş siyah-beyaz fotoğrafları elimde, dalmış gitmişim ta eskilere... Hatırlıyorum, tuttururdum babama çıkarken mutlaka ucan balon alması için. O da beni kırmaz basmahane kapısından çıkarken, üzeri boya kokulu uçan balonlardan benim seçtiğim  en tepedekini alıp bileğime bağlardı.      

   Çocukların bileğine bağlanırdı o zamanlar, dar bütçeyle alınan bütün çocukluk sevinçleri !  

   Nasıl sevinerek yürürdüm bileğimde balonum eve kadar... Tüm yorgunluğumu unutarak  küçücük ayaklarımın sızlamasına aldırmadan. Çok dik bir yokuşu hiç kucak istemeden çıkardım. Bileğime bağlı olmasına rağmen, avuçlarımda ipini sıkı sıkı tutar, kaçmasını hatta bitmesini hiç istemezdim çocukluk sevinçlerimin ve heyecanımın..


     Muhtemelen baktığım resim, balon alınmadan önceki halimdi. Annem demişti, o zamanlar fuarın madenlerle ilgili bir pavyonu varmış, orada ücretsiz çekerlermiş bu fotoğrafları. Nasıl günlük, özentisiz üstüm. Benim üzerimde ince bir etek ve üzerinde bir bluz, ağabeyimde bir şort ve üzerinde çizgili bir triko. Sanırım beş yaşlarındaydım ama fotoğrafların çekildiğini öyle iyi anımsıyorum ki, şimdiki gibi fotoğraf çektirmek olağan bir durum olmadığındandı sanırım,  belleğimde yer etmiş fotoğraf karesi gibi donmuş anılar.
 


   Ama hissettiğim; sadece ürkeklik, eziklik bir de göz bebeklerimdeki. Bakarken birden kendime acıdım daha sonra.Hani doğudaki çocuklara sormuşlar ya; “Zenginlik nedir sizce? “ diye. On yaşında bir kız çocuğu “Her sabah poğaça yemektir”  diye yanıtlamış tüm içtenliğiyle. Aklıma işte bu birkaç satır geldi aniden. İçim titredi. Şimdi sahip olduğum yaşam standardımdan utandım birden.

    Gecenin ilerleyen saatlerinde içim hüzünlü ve gözlerim dolu dolu kapatırken fotoğraf albümünü
    İşte dedim;  hayatı sorgulamak, bir çocuğun bakışlarının arkasındaki gerçeği görmek kadar kısa bir an istiyor.

      Yeter ki, siz bakarken göz kırpma süresini biraz uzun tutun.

Sevgiyle...

29 Ocak 2012 Pazar

O'LUM SANA AŞK DEĞİYOR !


Ansızın kalbin düşüyor yere
Kapılardan sığmıyorsun
Şarkılar inadına üstüne geliyor
Karnın ağrıyor durup dururken
Nefesin aynalara değiyor
Zehir gibi yanıyor içinde özlemin
Oğlum, sana bir aşk değiyor

Geceler kapını çalıyor
Batıyor içine sesi adamın
Ağlamak güzel geliyor
Ansızın boşalıyor içinden sebepsiz kanın
Bir yorgun akşamdan
Bir yorgun akşama sürükleniyor hal-ı ahvalin
Gömleğin kolayca düğmeleniyor
Boyun uzuyor, çillerin yok oluyor
Halaya uyum sağlıyor, hiç oynamamış ayakların
Oğlum, sana bir aşk değiyor
Kapına gül bırakıyor biri, tanımadığın
Trafik birden açılıyor
Köprüden geçişte para almıyor gişedeki kadın
Bir o kadar yakışıyor üstüne yakışıklı siyah kazağın
Menekşe tutuyor elinde köşedeki yalnızlığın
Sarı kanaryalar senin için hep kazanıyor
Ne de güzel geliyor insana
Sırtından vurulması insanın

Bir yerinden bakınca ne de keyifli hayat
Bir yerinden batanca rahat
Oğlum, sana bir aşk değiyor
Bundan sonrası tufan,
Yani sonrası talan, fırtına, boran, kar
Aşık-ı mecnun sensin
Mecnunun ancak adı var
Ansızın kalbin düşüyor yere
Oğlum, sana bir aşk değiyor
Kapılardan sığmıyorsun
Geceler inadına üstüne geliyor
Karnın ağrıyor durup dururken
Nefesin aynalara değiyor
Oğlum, seni bir aşk sarıyor
Bazen bitemezsin
Nereye düşer aşk
Bazen bilemezsin
Nereye yağar yağmur
Bilemezsin bir yürek neresinden vurulur
Ve nasıl savrulur her gece onsekizbin alem içinde bir onur
Kuşlar kaderle uçar
Aşk kaderle

Yoksul bir şarkı çalar içimde hüzzam
Bu merhamet bu kırılgan bu sonuyok özlemin şerefine
Çakar şimşeklerim apansız sema
Bana yıldırımlar düşer bana fırtına, bana bora, bana kar
Sana kan düşer sana sefa sana daussıla sana zafer
Bazen bilemezsin
Nereye düşer eza
Ve nereye konaklar bir kırık bir tek başına hikaye
Çarpar kadehlerini birbirine ayrılığın iki yüzü
İki yüzlü bir aşk bu
Dünyanın bütün sarsıcı gerçekleri kadar ikiyüzlü
Sevmek
Bir ömrü heder etmek demektir
Sevmek
Bu gece bin kere ölmek demektir

Ansızın kalbin düşüyor yere
Kapılardan sığmıyorsun
Şarkılar inadına üstüne geliyor
Karnın ağrıyor durup dururken
Nefesin aynalara değiyor
Zehir gibi yanıyor içinde özlemin
Oğlum sana bir aşk değiyor

İBRAHİM SADRİ

20 Ocak 2012 Cuma

ORTAOKUL - OTOBİYOGRAFİ SERİSİ 2





  
    İlkokulun bitmesine son iki hafta kala taşındık. Eski ebeveynler için önemsizmişiz demek ki !  Kendi evimizden kendi evimize taşınıyoruz ve okulların kapanmasını  iki hafta bile beklememişler.  Şimdiki gibi servisler olmadığından, tüm tacizlere ve fordculara rağmen, otobüsle  okula gidip ilkokuldan mezun oldum. Çok kötü bir deneyimdi. Frijit olmamın temelleri atılıyordu. Hazır yeri gelmişken,  bir sohbet esnasında aynı espriyi yaptığım arkadaşlardan biri bunu ciddiye alıp, “peki çocukların nasıl oldu” diye zarifçe sormuştu !

     Neyse ki, artık Basın Sitesi isimli çok daha nezih bir semtteydik.Çoğunlukla gazetecilerin olduğu tek katlı bahçeli evler.Çok katlı sadece bizim oturduğumuz apartman vardı ...On sene oturduk  bu evde, üniversite ikinci sınıfa kadar.  
         Tek kötü tarafı yeni oluşan bir semt olması ve saat başı yalnız bazı istikametlere otobüsünün olmasıydı. En önemlisi etrafta hiç ortaokul yoktu. Burada tercih hakkı gibi bir lüksüm oldu ve ben tercihimi bir de  arkadaş edinme problemim olmasın diye eski ilkokuluma yakın olandan yana kullandım. Ama tercihimin yan etkisi, okula gidip gelirken 3 sene kullanacağım  muhteşem bir dik yokuş oldu. Bu yokuş takıntısının daha sonra bende hiç yokuşu olmayan Karşıyaka tutkusuna dönüşü başka bir yazı konusu olarak kalsın  
      Otobüs durağı okula yakın değildi, biraz yürüyorum ve çıkışta tam da mesai bitimi olduğundan inanılmaz kalabalık otobüsüme biniyorum. Tacizler devam tabii...Olabildiğince sakin yerlerde ve yaşlıların yanındayım.Şimdi olsa kesin susmaz, korkmaz ve olay çıkartırdım. Çünkü yaşıtlarımın başına daha ağırları geliyordu, görüyordum. Şimdiki çocuklar kazık kadar oluyorlar da hala servislerle gidip bir de servisteki müzikleri beğenmiyorlar, ne güzel yahu !!

    Sizler benim serzenişlerime aldırmayın,ben o zamanlar her şeye rağmen mutluydum.Ne diyordum, ilkokul 4.sınıfta gözlerim bozulmaya başladı. Bizimkiler gözlük takıntım olduğunu düşünüyorlar.Ortaokulda ciddi anlamda tahtayı göremiyordum artık.Boyum da uzamaya devam ediyordu, arka sıralarda oturmaya devam elbette.

    Ve ortaokul 1.sınıfta göz doktoruna gittik.Hiç unutmam, İzmir’in meşhur doktorlarından Halim Şima. O doktorun anneme ve babama attığı fırçayı hiçbirimiz unutmuyoruz, ben bile ürkmüştüm. Gözlerim  eksi birbuçuk olmuş ve doktor bizimkilere şiddetli bir hesap sordu. Eh tabii bizimkiler çok üzüldü ama nafile, artık düzelme şansı yoktu.Babam ondan sonra bana hep çok pahalı ve kaliteli gözlükler aldı. Artık gözlerimi camekandan sergiliyordum. Kimse taaa içlerine bakamıyordu. Ama müthiş bir olaydı gözlükle her tarafı net görebilmek. Biliyor musunuz, belki komik gelecek ama gözlük takmadan önce herkesin benim dünyayı gördüğüm gibi gördüğünü sanıyordum. Sanki yeniden doğmuştum. Son sıralarda oturan ben, artık tüm ayrıntıları görebiliyordum. Bu harikaydı. Gene her zamanki gibi bana göre vasat geçen bir üç yıl.  Arkadaşıma kopya verdiğim için yakalanmam da bu yıllarda oldu. Aynı cevapları yazmış sağolsun, keklik gibi yakalandık. Böyle olaylarda soğukkanlı olmayı da ilk orada  öğrendim
      NESRİN KIR isminde notu çok kıt bir türkçe öğretmenim vardı, kompozisyonlarımı çok beğenirdi. Tabii o zamanlar imla kurallarına ve cümlelerimdeki demokrasiye çok dikkat ederdim devrik (!)  olmasınlar diye. Bir gün, beni odasına çağırdı ve yazmaya devam etmemi istediğini söyledi.  O zamanlar fazla önemsemedim çünkü ortaokulda spora aşıktım ve spor öğretmeni olacaktım, bunun için de iyi yazmak gerekmiyordu. Üstelik  hala kısmen içine kapanık bir çocuktum. Ailem inanılmaz muhafazakardı, şu etraf için yaşayanlardan. Ben okuldan çıkınca,yanımda normal bir erkek arkadaşımla dahi otobüs durağına yürümeye çekinirdim. Gören olur da yanlış anlar diye. Babam duyar, kızar diye de korkardım. Evde dayak sistemi yok gibiydi ama ben babamdan çok korkardım. Annem çok kızdığında yemin ederdi döveceğim diye. Yemin benim için hala önemlidir, kolay kolay söylenmez, söylenince de mutlaka yapılır. Yemin etti mi de mutlaka yapardı. Ben de bu strese dayanamayıp yanına gider hadi döv de yeminin bitsin derdim. O da kıyamaz sırf yemini yerini bulsun  diye usulden vururdu popoma..

   Şimdi babama bana nasıl baskı yaptığını anlatıyorum da, “Çok cahilmişiz kızım, ben sana her zaman güvendim, erkek gibiydin, hep doğruyu, yanlışı kendin buldun ama etraftan çekiniyorduk “ diyor.  “Hem biz iyi bir eğitim alamadık, deden de bizi böyle yetiştirdi, şimdi pişmanım sana öyle davrandığıma” diye vicdan yapıyor. Ben de üzülüyorum. İşte, bütün bunlar beni sanırım biraz isyankar ve fevri yaptı. Şimdilerde kendi eksikliklerimi biliyor ve engellemeye çalışıyorum.Terapiste ihtiyaç yok, kendimden iyisini mi bulacağım.

    Ev ekonomisi öğretmenimiz vardı, GÜL DAKAOĞLU isimli, okulda yemek, kek, dikiş dersleri verirdi. Bakar mısınız?  Bizim zamanımızda ne faydalı dersler varmış. Şimdiki hamaratlığımı da bu derse bağlamalıyım galiba. Birgün herkes kek yaparken, ben de harıl harıl etrafa yayılan malzemeleri topluyordum. Dikkatini çekmiş, bütün sınıfa benim tertipliliğimi örnek göstermişti. İşte gene gaza geldim. Düzenlilik, tertip de buradan giriyor yaşantıma. Oysa kendi içimde düzenli ve  tertipli olmakla beraber evde hiç anneme yardım etmezdim. Evlenene kadar da bu alışkanlık  sürdü. Annem,  “Seni alan adam üç günün sonunda bize geri getirip bırakacak” derdi o zamanlar. Bence benim aileme karşı gösterdiğim bir çeşit tepki idi bu.

     Ha ! spora aşıktım demiştim ya; okulun atletizm takımındayım. Bir gün antremanda yüksek atlama çalışırken, ayak bileğimin üstüne düştüm ve sabaha kadar acısından ağladım. Sporu terkedip şimdilerde yaptığım sporu da severek yapmamam da buradan. Tabii spor akademisi de yattı bu arada.   Ne maymun iştahlıymışım ..



  Ortaokulda da kariyerlerim var tabii. Zaten her bayram programında banko şiir okuyan ben, şiir okuma yarışmasında O.V.KANIK’ın ezbere okuduğum İSTANBUL’U DİNLİYORUM GÖZLERİM KAPALI şiiriyle birinci oldum. İşte şiir ve özellikle O.Veli sevgisi de buradan.

      Birincilik dedim de  çirkin ördek yavrusu ben, 10 yaşında  Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde ( gülmek yok ama! ) karpuz güzeli seçilmiştim. Ama bunda gaza gelmek yok. Türkiye güzelliğine aday olacak kadar  salak değildim çok şükür, zaman zaman aynaya bakıyordum ve hiç beğenmiyordum karşımda duran çirozu. Muhtemelen şehirli olduğum için değişiklik olsun diye beni seçmişlerdi. Aslında hiç tevazulu değilimdir ama bazen böyle haddimi biliyorum işte. Evet gözlüklü ama hala zayıf ve boyu uzayan ben, orta sonlara doğru biraz daha genç kız oluyorum. Hiç ama hiç çekici ve güzel değilim. Belki sadece sevimli, o kadar. Alpaslan isimli sınıf arkadaşıma plotonik aşığım ama çocuk en yakın arkadaşım Ferhan’la ilgileniyor. Sınıfın en zengin ve yakışıklı çoçuğu Orgül de bana aşık ama yüz vermiyorum. Çünkü,çok şımarık. Biliyor musunuz,  gecen senelerde Alparslan’la karşılaştım çalıştığım firmanın önünde. O tanıdı beni, “Hiç değişmemişsin, aynı içten Selma’sın “ dedi. Çok ama çok mutlu oldum. Evlenmiş,eşi avukat, kendi inş.mühendisi olmuş. Eskilerden bir merhaba ....Ayaküstü....Kendimi iyi hissetim tüm gün. Yıllar öncesine gittim, benim duygularımı hiç belli etmediğim arkadaşlıklarıma....

    Orgül’e gelince... Yeni evlendiğim dönemde birgün kuzenimin eşi "Sana bir şey anlatacağım Selma" dedi. “Benim yakın bir arkadaşım var, eşinden ayrıldı. Çok sıkkın olduğu bir günde cüzdanından bir vesikalık resim -muhtemelen sınıf başkanı olduğu dönem not defterlerinden birinden edinmişti – çıkardı, 


   İşte abla bu kızı hiç unutamadım" dedi, çok şaşırdım. Sendin resimdeki.." demez mi? Hem hüzünlendim, hem mutlu oldum kendi adıma...

    Üç sene ortaokul yaşantısı teşekkür, taktirname ile böyle bitti işte.....

Geçmiş çocukluk günleri satırlara dökülünce yüreğimdeki bu sızı da nereden çıktı ?? 
DEVAMI VAR.....
sevgiyle...
 

15 Ocak 2012 Pazar

OPERASYON !

  Perşembe, günü yani 12 Ocak'ta uzun süredir ertelediğim ameliyatı nihayet oldum.


   Ama ne operasyon ! Sizinle paylaşmasam olmazdı.Ortada tehlikeli bir durum yok, kimse boşuna endişelenmesin.


    Bir gün öncesinden aç  bırakıldım şeker ayarlamaları için . Geberiyorum açlıktan. Yemek servisini yapan firmanın çalışanı resmen travesti ! Uzun boyu, geniş omuzları, iri cüssesi, dolgun silikonlu dudakları,  genizden gelen kalın sesi ve kocaman eliyle beni işaret edip ; " Bacımmm sen yemiyomusunnn, listede adın yok " dedi !


 "Ameliyata gireceğim, o yüzden" dedim, fiziğine şaşkın bakarak.Gene kalın kalın " Ayyy kıyamammm sana, geçmiş olsun " dedi.


  Öğlen saatlerinde nihayet buz gibi bir ameliyathanedeydim. Aman Allahım içerde yeşil önlüklü, dünyanın en yakışıklı doktorları vardı. Ameliyathanenin tek bayan olan anestezi doktoru " Daha önce aneztezi aldınız mı? "  diye sordu. "Beni bu güzellikten mahrum etmeyin" dedim ama, içimden okuduğum duanın "Hüvel hay " kısmında uykuya dalmıştım bile...
 Bu arada dünya iyisi, ilgili, bilgili, şefkatli doktorum Op.Dr.SERDAR KÜÇÜKALİOĞLU 'na ve arkadaşı Op.Dr.ERDAL HARMANDA'ya sonsuz teşekkürler. 


 Üç buçuk saat sonra odamda gözlerimi açtığımda, artık ameliyathanede nasıl üşüdüysem zangır zangır titriyordum.


   Birkaç saat sonra herşey normale dönmüştü bile.Yan odadaki hastanın, film gibi refakatçisi geçmiş olsuna geldi. Hemen ayaküstü hayat hikayesini anlattı. Görmüş, geçirmiş!!  Elli yaşlarında alımlı bir hatun, kendinden on yaş küçük kocasının başındaymış.  Acayip şakacı, çişi geldiğinde  " Gidip etimin suyunu süzeyim "  diyen, ayrıca kendiyle dalga geçebilen  çok neşeli bir hatun kişi.Olacağı ilk ameliyatının stresini konuşmasına nokta, virgül koymadan sürekli devam edip yenmeye çalışan, bizi esir alan başka bir hasta ve diğerleri...


  Hastanede daha kalsaydım çok hikaye çıkardı, acı-tatlı, eminim. Ayrı bir dunya orası gerçekten.


 Dün sabah, (ameliyat yerinin kanını dışarıya süzen iki dirhenimle) evdeydim artık. Ağrım,sızım yok çok şükür. Doktorum bana göre bir mücize yarattı elleri dert görmesin. Yarın sabah bu akordiyon gibi aletler de çıkınca süper olacağım. Hikayelere devam edeceğim:)


  Hepinizi ve bloğumu özledim...




Sevgilerimle...

5 Ocak 2012 Perşembe

İLKOKUL - OTOBİYOGRAFİ SERİSİ 1

    Söz verdiğim gibi, çocukluğumu anlatmaya ilkokuldan başlıyorum. Ancak zaman zaman daha küçük yaşlara gideceğim yazılar da olacaktır.


   Tek başına çalışan bir baba ve altı yaşına kadar kira evlerde büyüyen, biraz da yokluk günlerinde yetişen iki çocuk.


   İlkokuldayım, maddi durum biraz iyi, kendi evimiz. ilkokul üçe kadar İzmir'in o zaman nezih sayılan şimdi varoş mahallerinden birinde ilkokula devam..Dört öğretmen, iki ilkokul değiştirdim ben. Kiracılığın vermiş olduğu alışkanlıkla ! Sonra kiracılıktan kurtulduk ama bu seferde kendi evlerimizde üniversiteye kadar gezdik...


   Bizim zamanımızda, öyle taşınırken şimdiki gibi; hangi semte taşınırsak çocuklarımız daha iyi yetişir ya da iyi okullara gider diye düşünülmezdi. Adresimiz nereyi tutarsa o okula yazdırılırdık. Öyle tercih etme özgürlüğümüz yoktu zaten. Ben hep çalışkan olduğumdan, ödüllendirme mekanizması işlemedi bizim evde. Çalışkan olmak, meziyet değil, olması gereken bir unsur olarak görüldü. Abimde biraz farklı oldu sadece. O, hep ders çalış dendiğinde zorla yaptığı için başarıları daha akademik değer kazandı. Ama inanın, hiç kıskanmadım, dahası karşılaştırma imkanı bulduğum için sevindim. Sorumluluk benim genlerimde vardı. Hep kendi ayaklarımın üstünde durdum. Annem ya da babam okul toplantılarıma bile gelmeye gerek duymazlardı. Okula ilk gününden itibaren kendim gidip geldim. İnanılmaz zayıftım, çelimsiz, çirkin ördek yavrusu. Bir de çok tuvalete giderdim. Bildiğiniz sidikliydim işte...


  İlkokulun ilk günlerinde, dersten izin alıp tuvalete gitmeye utandığım için sırada otururken altıma kaçırdım. İkinci.sınıfta emekli olup, bizi bırakan -herhalde şimdi rahmetli olmuştur- Atatürk'e benzeyen, çok sevdiğim MEHMET SÖNMEZ (fotoğraftaki ) isminde bir öğretmenim vardı. Yanımdaki arkadaşımın " Örtmenimmmm burası yaş "  diye beni bütün sınıfa afişe etmesiyle beni hemen eve gönderdi. Üstelik hiç kızmadan, büyük bir anlayışla. Ne çok mahçup olmuştum bilemezsiniz. Ama hiç ağlamadım. Sonra üçüncü sınıfta EMİNE ÜSTÜN isimli yarım dönem gelip, tayini çıkan bir başka öğretmen ve daha sonra diğer yarım dönem ismini hiç hatırlamadığım bir başkası. Dördüncü sınıfta yine başka semtteydik ama şimdikinden daha iyi üç katlı bir evdeydik.  Alt katta bir kiracımız bile vardı. Ve ben, en yakın mahalle okulundaydım yine...


    Öğretmenimiz, inanmayacaksınız ama, hem kekeme olup hem de hızlı konuşan HASAN ÖNDER isimli beş vakit namazında bir adam. Ben, ne dediğini anlamaya çalışırken ilkokul bitti zaten. Diğer öğrencileri, birinci sınıftan itibaren alışmış tabii, hemen ne dediğini anlıyorlardı. Ben anlamadım, anlayamadım daha doğrusu ama tuhaf bir şekilde başarılarımı, kitaplardan çalışarak ve yanımdakinin defterine bakarak devam ettiriyordum. Neden yanımdakinin defterine bakıyorum? Çünkü, gözlerim bozuk. Yaşıtlarımdan uzun olduğumdan, arka sıralarda oturtulmam nedeniyle hepten arttı göz bozukluğum. Bu arada ailem, tahtayı göremiyorum iddialarımı, gözlük sevdasından zannedip;  " asılsızdır " damgası vurdu ve dava şimdilik düştü!  Bunca eziyete rağmen, sınıfımı başarıyla geçmem, ilk kendimle gurur duyup megaloman olmaya başladığım döneme rastlıyor sanırım. Ama hala çok zayıf ve çirkinim. Sadece gözlerim mavi...


    Bayram törenlerinde, mutlaka şiir okurdum, tiyatroya dördüncü sınıfta başladım. Ailem sadece bayramlarda beni izlemeye gelirdi ve elbette gururlanırlardı. Ama nedense ben hiç anlamazdım...


    Benimkiler mi, yoksa eskiler mi bilemiyorum hiçbir zaman aşırı sevgi gösterisi yapmazdı. Hani şu meşhur yüz-göz olmama takıntısı yüzünden, kızım, yavrum, bebeğim tavrı görmedim hiçbir zaman. Dolayısı ile, hala anneciğim,babacığım diye hitap edemem onlara. Aslında ne çok demek istedim ama bir duvar var önümde hiç aşamadım.


   İlkokul tam bir hezimetti benim için ama başarı olarak değil, göz sağlığı açısından ve çok okul değiştirmekten....


   Haaa ! Sahi en önemli kariyerimi unutuyordum az daha. Benim için kariyer derslerde başarı değil sosyal faaliyetlerdeki başarı idi. İlkokulda gittiğim tek kurs olan mandolin kursundan ilk yeşil kurdeleyi ben almıştım.


   Tanrım ne güzeldi ! Kesin büyüyünce müzik öğretmeni olacaktım. Off ne çok gaza geliyordum... Bir de, okuma bayramında hızlı okuma yarışmasında birinciydim tüm okulda. İşte, o günlerden kalma okuma, yok yok pardon hızlı okuyup, anlama merakım...Beni ailem de ödüllendirseydi, bu motivasyonla Türkiye'nin başına neler gelirdi kim bilir ???


  Yazıya aşk koymazsak olmaz ama!!  Sınıf arkadaşım ve piyesteki rol arkadaşım Bülent isimli çocuğa platonik aşığım ama beni farketmiyor bile (gerçi farketse ne olacak !! ).
İçime kapanıktım o zamanlar, şimdiki gibi değil. Hasta olup, provalar sırasında sahneye kusunca bütün aşkım oracıkta bitti.


  İşte orta halli bir ailenin, küçük kızlarının ilkokul yaşantısı ve TEŞEKKÜR ALARAK İLKOKUL MEZUNİYETİ. Artık büyüyordum ve sıskalıktan sanki biraz daha kurtuluyordum...


Devamı varrrr.....


 sevgilerimle

4 Ocak 2012 Çarşamba

Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur !





Doğan CÜCELOĞLU

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”

Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.

Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.

“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!




KELEBEĞİN NOTU: sanırım anladınız, sırada çocukluğum var:)